Aica/1980den Günümüze Türkiye’de Görsel Sanatlar: Tanıklıklar ve
Paylaşımlar:
2000ler Türkiye’sinin Sanatlı Maarif Takvimi.
1990lı yıllarda kendi sanatsal eğitimini tamamlamış birisi
olarak Türkiye’de görsel sanatların başkenti olan İstanbul tüm dinamikleri
belirleyen yapısı ile bir kara delik gibi çevresinde ve çeperinde olan herşeyi
kendine çekiyordu. Bu çekim gücünün etkisi diğer sanat ilgilileri gibi benide
bu şehre getirdi. İstanbul’daki sanat ortamının
bu gittikçe güçlenen ve biraraya getirdiklerini
kendi şartlarına göre yeniden yapılandıran yapısı, 1980 ve 1990 lara damgasını vuran apolitik biçimci ulusal temsile
dayalı sanat ortamını, kavramsal sanatın
gelenekleri üzerine kurulu bir sanatın dönüşümüne tanık etti bizi.
Herkezin sanatçı olabileceği, dünya ve insan nereye gidiyor
sorularına cevap arıyan, kurumlar ve yaygın düşünce sistemleri tarafından ihmal
edilen her düşünce ve fikrin sanata kaynak olabildiği düşünülen bir ortamdı bu.
Diri , sanatın maddesine fetiş olarak
yaklaşmayan, kar amacı gütmeyen işlerin dünyası, hayatı sanatla buluşturmaya
değer üretim kapıları oldu. Akademik sanatın mizah ile olan mesafesi ne kadar
çoksa, çağdaş sanatta ironiyi keşveden Türkiyeli sanat emekçisi o kadar özgür
olarak kendini ifade edebildi. Bu dönemde
kimlerin başrolde olduğundan ve nekadar önemli olduğundan öte, ortaya çıkan güç
ilişkilerinin yapısına bakmak gerekir. Kuratörlük kurumunun sermaye ve
uluslarası piyasa ile olan bağlantısı sanatın güncel ve sürekli koşturulan
sirkülasyonunu yükseltti. Bu ortamın, içi boş poşetleri oraya uçuran fırtınalı
yapısı , top 10 listeleri , spekülatif eser satışları, sanatçıyı
rezidensten rezidense koşturan göçebe
ve yaşamını sanatın karlı yollarına adamış bir bireye çevirdi. Kendini
gerçekleştirme aşamasına , diğer ihtiyaçlarını karşılamadan geçmeye çabalayan
Türkiyeli Sanat emekçisi için ayakta
kalma stratejileri her şeyden daha önemli bir hale geldi. Bilginin ve
entellektüel altyapının, katalog yazıları ve dergilerde sergilendiği , yapılan
spekülatif çalışmaların eleştiri süzgecinden geçirilmesine gerek kalmadan,
yüceltilip yada yerin dibine sokulduğu İstanbul’da,
kimsenin kimseyi bekleyecek zamanının olmadığı dolmuş kuyrukları gibi kaba ve yüzeysel bir yargı mekanizmasını
beraberinde oluştu. Bu noktada
ürettiklerini görünür olmasını isteyen sanatçının kendinden organize bir yapıyı
kurması gerekti.
Bizde ikibinlerde aktif olarak üretim ortamında olduğumuz İstanbul’da
sanatın alınıp satılabilirliği en sancılı olan, bir materyale sahip
olmayıp, kolay taşınabilen mecrası olan
video sanatına odaklandığımız bir insiyatif oluşturarak 10larca gösterim ve
sergiyi 100lerce sanatçı ve izleyici ile buluşturduk. Hülya Özdemirle beraber kurup yürüttüğümüz
Videoist, gösterim, sunum ve sergileri
Ulus Baker’in deyimi ile bir Video Ars Memorativa -Hatırlama
Zaanatı Atölyesine dönüştü ve bu gün
İstanbul’un merkez olduğu güncel sanat ortamına menkul/mobil bir boyut kazandırmaya çalıştı/çalışıyor.
Bu kendinden organize yapı 2000lerde iyice beliren
kuratöryel kamplaşmaya alternatif olmaya çabaladı. Bu anlamda alternatif
kuratöryel sergiler ve organizasyonlar oldukça önemli bir yere oturdu. Tabi ki
kendisine gösteri ve tüketimin sonradan monte edildiği bir toplumun sanatı olarak Türkiye Çağdaş Sanatı
hem güncel , hem çağdaş, hemde modern
sıfatlarını hafriyat grubunun ortaya attığı gibi bir imalat
hatası gibi üzerinde taşıyor. Türkiye Sanatı bu
günlerde küresel ölçekte kendine yer edinmeye başladı fakat, kendisine
biçilen bir kıyafet görünümünde olan ve hiç iyileşmeyen yarası ile.
Türk sineması üzerine yazdığı
görüntü, imgelem kültürel açmazlara değinen “Mazi Kabrinin Hortlakları”
kitabında Umut Tümay Arslan, Tanzimat edebiyatından bahsettiği bölümde Orhan
Koçak’ın “Gecikmişliğin kabullenilmesi, büyük model kayması yada idealin
kaptırılması olarak yorumladığı
batlıllaşma sürecinde, milli benliğin kendi yarası /gediğiyle eş zamanlı
doğduğunu” söyler ve bu yara hakkında:
“Ulusal benliğin yarası, kültürel hayatı ve eleştirel
dili kateden çifte açmazda zonkluyordu sanki. Yerli olanı bayağı gösteren
yabancı idealler ile yabancı olanı, taklit ve iğretiliğe dönüştüren bir
yerlilik arasındaki yarılma, ulusal benliğin ta kendisi idi ”der.( Arslan U.T,
2010 :29)
1980 ve 1990lara damgasını vuran apolitik biçimci ulusal
temsile dayalı sanat, yada “Modern Türk
Sanatı” ne kadar 2000lerde büyük bir eleştiri bombardımanına tutulmuş ve güncel sanat arenası modernist sanatın
ötekileştirici mekanizmalarını hedef olarak belirlemişse de, Türkiyeli sanat emekçisinin
kaderi ulusal benliğin karaltılı
gölgesini taklit ve iğretiliğe doğru bir bulut gibi sanat ortamımızda
yaşatıyor. Kurumlarımız müzelerimiz , galerilerimiz ve dünya sanat arenasının
önemli aktörleri olan koleksiyoner ve
kuratörlerininde görmezden gelmeleri ile
çağdaş sanatın aslının bir kopyası olarak tescillenen simülasyonlarını üretiliyor.
Sorun olan şu ki, anonimliğin devreye
girdiği , sanat eserinin aurası ve
orjinallik kavramlarının sorgulanıp kaidelerin söküldüğü çağdaş sanat geleneğinin
bilgi birikimi ile sanat ortamımız hiç
dönüştürülememiş görünüyor. Çağdaş sanatın dili ile konuşan eserler modernist
statükocu bir soylulaştırmaya maruz bırakılıyor. Simülasyon aslın yerine geçiyor yada
kopyalanmış imgeye başyapıt muamelesi yapılıyor. Sosyal medyanın ve internetin
yaygınlaşması ile daha belirgin olarak ortaya çıkan bu taklit ve zaman da
intihale varan durum , her geçen gün Türkiye Sanatını saran korku filmi dekoru
olan bir sis bulutu gibi sanat ortamını gölgeliyor. Bu zombi düğününde
topraktan çıkan el ile gökten düşen elma birarada ancak film setindeki devamlılıkları eksik.
Böyle şizoit bir ortamda kimlikler, kavramlar, deneyimler,
okullar ve sanat emekçileri birarada ancak birbirine değmeden yaşıyorken hatırlama mekanizmaları aracı ile yüzleşmeler
sanat aracılığı ile mümkünmü ? Bizler Sanatçı
derneği ve birlikleri ile sanatçı haklarını
,kentsel dönüşümü, soylulaştırmayı kamusallığı tartışırken, sanat ortamımız
detourement ve yada Cultural
Jamminglerin uçuştuğu , bir reklam ajansına dönüyor. Bize ait olanı geri
alabilmek için bize neyin ait olduğunu hatırlamamız gerekmezmi?
Ferhat Kamil Satıcı, İstanbul, 2012
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder